Bir kitapta okumuştu, “Aşk hakkında konuşmakla ne konuşmuş oluruz?”… Okuduğu ilginç kitaplardan, ilginç kitap başlıklarından birisiydi bu. Birçok ilginç kitap okurdu aslında. Ancak bu kitap ve başlığı, birçok konuda felsefe yapabilmesine, edebiyat yazılarını çeşitlendirebilmesine yol açan uçsuz bucaksız ve üstelik karanlık olan bilgi dehlizini aydınlatan anahtar gibiydi.
Geldiği taşra kasabasında oldukça ünlü biri olan yazar, yeni ikameti olan bu büyükşehirdeki ilk günlerinde yine ve yeniden kendini aramaya koyulmuştu. Büyükşehri çevreleyen Uludağ’ının eteklerindeki yeni kiralık evinden çıkmış, çevreyi keşfe koyulmuştu.
Sabah. Sabahtan öte, sabahın körüydü. Büyükşehrin hengâmeli gürültüsü henüz başlamamıştı. Bu saatte işe gitmek zorunda olanları taşıyan otomobiller, minibüsler ve otobüslerin dışında kenti kaplayan sessizliği ve huzuru hissetmek için gözlerini yumdu. Derin, derin nefes alıp verdi. Birkaç gün önceki yağmurun hediyesi olan toprak, çiçek, ağaç ve böcek kokularını duyumsadı. Kuş cıvıltıları şehrin yeni uyanan uğultusunu bastırıyordu. Kuşları aradı gözleri. Parkın köşesinde birkaç kumru gördü. Sabah rızıkları için tatlı bir telaş içindeydiler. Geldiği kasabada kuş boldu, balkonunda beslediği serçeleri, güvercinleri, kumruları düşündü. Sonra onların boklarıyla renklendirdiği ve her akşamüstü yıkamak zorunda kaldığı ve alt komşusuyla dalaştığı balkonunun halini hatırladı. Balkon su kaçırıyordu, alt komşu haklı olarak feryat ediyordu. Ancak “Aşk hakkında konuşmakla ne konuşmuş oluruz?” sorusunun, canlı muhatabı sevgili eşiyle kuşları beslemekten, onlara yem ve su vermekten vazgeçemiyorlardı.
“Onları bize gönderen kim?” diye başlıyordu sözlerine sevgili eşi. Sonra da devam ediyordu, “Onlar bize rabbimizin hediyesi, bu apartmanda o kadar balkon varken, bu kasabada o kadar ev varken, bize geliyorlarsa, bir düşün!” … Hayvan sevgisine ilahi anlam yükleyince bir başka güzel oluyordu sevgili eşi. Sorun şuydu, Yazar, sadece kuşları kuş olduğu için sevip beslerken, ilahi aşkı kendi derininde gözlemlemeye çalışıyor, canlılarla yemi, suyu ve hayatı paylaşmanın ötesinde daha farklı anlam yüklemeyi reddediyordu. Eşi ise, kuşlara yem ve su vermeyi, daha tanrısal daha ilahi bir çizgide kabul ederek mutlu oluyordu. Su kaçıran balkonun hemen altında oturan komşu için ise bunların hiç birinin önemi yoktu.
Yazar, komşusuna her “Haklısınız, ancak temizlememiz gerekti, bir dahaki sefere daha çok dikkat ederiz” diye, klasik ortam yatıştırıcı cümleleri kaydettiğinde, aklına başka derin felsefik cümleler geliyor ve komşusu için anlamsız bir hüzne gark oluyordu. “Hiç şüphe yok ki eğer hayvanların bir dini olsaydı şeytanı insan suretinde hayal ederlerdi!”
Büyükşehirde kuşları görmek için dikkatli bakmak şarttı. Ortalarda pek görünmeyi sevmiyorlardı ancak sesleri sabahın kasvetini alıp götürüyordu. Geldiği taşra kasabasın ünlü yazarı, sokaklarda kedi ve köpek aramaya koyuldu. Yoklardı sanki… Az ileride siyah derisi beyaz beneklerle kuşatılmış bir kediyi, sokağın köşesinden dönerken gördü. Son üç kilometredir gördüğü ilk kediydi bu. Köpekler de yoktu. Geçtiği bir kasabın önünde, kasabın beslediği belli olan iri bir kangalın dışında sokak köpeği de görmemişti yazar. Oysa geldiği taşra kasabası hayvan cennetiydi.
Geldiği kasabayı düşündü. “Aşk hakkında konuşmakla ne konuşmuş oluruz?”… “Ya hayatının 40 yılının geçtiği kasabayı konuşmakla ne konuşmuş oluruz?” … Tarihini mi? Coğrafyasını mı? Tarihine ve coğrafyasına kimsenin eleştiri getirebileceğini sanmıyordu taşra kasabasının ünlü yazarı. Ancak, tarihine ve coğrafyasına sahip çıkacak bilince erişmemeye hep eleştirel bakmıştı. Ekonomik olarak, siyasetin egemenliğine geçmiş, istihdamın siyasi erkler lütfederse sağlandığı, sosyal yaşamı siyasete kurban edilmiş, beşeri ilişkileri dedikoduların belirlediği, samimiyetten uzak, sahte bir kentte, daha fazla barınamayacağını anladığı için, kalabalıklar arasındaki yalnızlığını, kimsenin bilmediği başka bir yerde yaşamak için kasabayı terk etmişti yazar.
Yaklaşık beş kilometredir yürüyordu yazar. Yokuşlar iniyor, yokuşlar çıkıyor, tanımadığı esnaflara “Günaydın”, “Hayırlı İşler” nidaları gönderiyor, her bir kilometrede denk geldiği kahvehanelerde, çay ocaklarında birer çay molası veriyor, her molada şaşkınlığı daha da artıyordu. Bu mahallenin kahvehanelerinde ve çay ocaklarında gazete yoktu. Bakkallarında ve marketlerinde de öyle. Kime sorsa, “Buralarda gazete, dergi satılmaz. Ana caddedeki büfelerde veya büyük marketlerde belki bulabilirsiniz” demişlerdi.
Geldiği taşra kasabasına göre çok daha muhafazakâr bir mahalleye taşındığının farkına varmıştı yazar. O her zaman karşılaştığı insanların coğrafi ve kültürel kökenlerine dikkat eder ancak etnik ve toplumsal köken konusunda hiçbir ön yargı beslemezdi. Hiç kimsenin yaşam tarzı, etnik, coğrafik kökeni umurunda olmazdı ama gazete ve dergi satılmaması da enteresan bir olguydu. Geldiği taşra kasabasının ünlü yazarı bir beş kilometre de tersi yönde yürüdü. Rutinini yaptı, kuş aradı, kedi aradı, köpek aradı, gazete aradı, dergi aradı, esnaflarla selamlaştı ve yürüdü. Sadece yürüdü.
Gazete, dergi satan tek bir dükkâna rastlamadı.
Büyük şehrin ünlü caddesine geldiğinde de şaşkınlığı gitmedi. Yaklaşık yedi kilometrelik kalabalık ve akışkan caddede, sadece iki büfede gazete satılıyordu. Oralarda da dergi bulunmuyordu. Hazır gelmişken, altı tane gazete satın aldı. Cumhuriyet, Sözcü, Karar, Birgün, Evrensel ve Sabah gazetelerini…
Eve otobüsle döndü yazar. Mahalle bakkalına uğrayıp ekmek, yoğurt almayı ihmal etmeden.
Kapıyı, kişisel tarihinin asırlık aşkı biricik karısı açtı. Önce, “Nerede kaldın, kaç saat oldu?” ince fırçası geldi, ardından da “Doğalgaz, Elektrik ve Su faturalı” kalın badana….
Geldiği taşra kasabasının ünlü yazarı, her fatura gördüğünde yaptığını yapıp, söylediklerini söyledi.
Faturalara göz atıp, koltuğa fırlatırken, “!!! !!! !!! !!! !!!”
“Burası geldiğimiz kasaba değil aşkım” dedi, kişisel tarihinin asırlık aşkı. “Burada küfür edemezsin!”
“Faturaların dini, dili, ırkı, cinsiyeti, siyasi görüşü, felsefesi ve memleketi yok aşkım” dedi yazar. “Bu ülkeyi yaşanmaz hale getirdiler. Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir halk bu kadar faturayı ödemiyor, yine dünyanın hiçbir yerinde insanlar sırf kira ve fatura ödemek adına çalışmıyor ve yaşamıyordur”
“Yine de küfür edemezsin, komşulara ayıp, apartmanda akrabalarımız da var. Onlara ayıp, üstelik küfür etmek günah” diye haykırdı karısı.
“!!! !!! !!! !!! …”
“Bak yine küfür ettin. Ben ne diyorum, sen ne yapıyorsun? Allah seni iflah etsin”
“Komşularına, akrabalarına da fatura gelmiyor mu ruhum?”
“Geliyor, tabii ki, sadece bize mi?!”
“İyi o zaman, söyle onlara onlarda küfür etsinler!”
“Tövbe, tövbe… Mübarek Cuma günü bari sus adam!”
“Küfür etmek günah değil ruhum. Küfrü hak etmek günah! Bu toplum bunu öğrendiğinde, ahlak yeniden o muhteşem günlerine dönecek, inan bana!”
Biricik aşkının yaptığı çaydan, fincanına doldurup, bir sigara yakıp, balkona çıktı yazar. Büyük bir iştahla gazeteleri açtı kahvaltı masasına. Ciddi konuları hep ikinci ve üçüncü çay ile dördüncü ve beşinci sigarasına bıraktığı için her zamanki gibi önce spor sayfalarını okumaya başladı.
“Muhteşem Kartal” başlığı dikkat çekti. “Kara Kartallar, UEFA Kupasının flaş takımı Başak şehri Muhteşem bir oyunla 4-1” yendi diyordu manşette. Keyfi yerine geldi taşra kasabasının ünlü ve Beşiktaşlı yazarının. Sonra hayıflandı yazar. Bu güzelim maçı nasıl oldu da unutup izlemediğine pişman oldu. Ama henüz anlamlandıramadığı bir şeyler vardı. Önce duraksadı yazar. Kısa bir şaşkınlık anının ardından, diğer gazetelerin spor sayfalarına da göz attı. Hepsinde de Beşiktaş galibiyeti manşetlerdeydi. Neler oluyordu öyle? Beşiktaş maçı Pazar akşamıydı. Bugün günlerden, sevgili eşinin de dediği gibi, Cuma’ydı. Mübarek Cuma! Gazetelerin birinci sayfalarını çevirdi. 12 Eylül 2022 Pazartesi yazıyordu. Takvime baktı, cep telefonunu yokladı, sevgili eşine seslendi, “Bugün günlerden ne?”
“Cumaaa!”
“Hayır, öyle değil, ayın tarihi ne?”
“9 Eylül Cumaa” dedi karısı.
Tuhaf olan, metafiziksel, gizemli, ürkütücü her şeyden tedirgin olan, tedirgin olmanın ötesinde çok korkan sevgili karısına bir şey söylemedi geldiği taşra kasabasının ünlü yazarı.
Şeytanın en sevdiği tip, borcu olan, çaresiz olan, geçim zorluğu çeken, ne yapacağını bilemeyen ve üstelik Goethe okuyup, kahramanı Faust’a hayran olan yazardır bahanesine sığındı yazar.
Gazete dergi ararken, koca mahallede şans oyunları oynanan bir yer de göremediğini idrak etti. Geldiği taşra kasabasındaki arkadaşını arayıp, iban numarasını istedi. “Bak, beni iyi dinle. Bir kâğıt kalem al eline söylediğim 10 maça, sana yatıracağım 150 lirayı bas. Hem ilk yarı, hem ikinci yarı, hem maç sonucu hem de goller olacak. Gözünün yağını yiyeyim, hata yapma. Hatta sen de para ayarla, 300 lira basalım bu maçlara. Pazartesi günü zengin olacağız” dedi.
Gazeteden okuduğu maç sonuçlarına göre, arkadaşına gereken skorları, golleri, sonuçları iletti. Gazetelerin iç sayfalarına da göz attı yazar. Pazar günü çekilen süper loto ve şans topu sonuçlarını da okudu. Arkadaşını yeniden arayıp, birer kolon süper loto ve şans topu oynamasını da istedi ve numaraları verdi yazar.
Yeni Goethe ve kahramanı Faust oydu artık.
Karısının hazırladığı güzelim kahvaltıyı bile gözü görmüyordu. Bir fincan çay daha alıp, bir sigara daha yaktı. “Neler oluyor, ne oldu de delirdin yine” diyen karısına, “Aşkı konuşmuş olmakla ne konuşmuş oluruz?” diye sordu yazar. Sonra da ekledi, “Ne olduğunu ben de bilmiyorum ama güzel olacağına inanıyorum, fazla ısrar etme, pazartesi günü açıklarım” diye…
Çayını yudumlayıp, sigarasını tüttürürken, gazetelerin ön sayfalarını açtı masaya. Ülkede 11 Eylül Pazar günü her yer karışmıştı. Sendikalar, sivil toplum örgütleri, gençler, öğrenciler, muhalif siyasi partiler ve halk isyan bayrağı açmıştı. Pazar sabahı gençlerin konser yasaklarına karşı fitillediği isyan bayrağı, gece yarısı benzine, doğalgaza, elektriğe yapılan yeni ve büyük zam dalgasıyla toplumsal histeriye dönmüştü. Tek adam rejimi, hükümet, içişleri bakanlığı, güvenlik güçleri teyakkuza geçmiş, isyanı orantısız güç kullanarak bastırmıştı. Bazı gazeteler, ölen ve yaralananlar için siyah başlıkla çıkmıştı. Ülkedeki isyan, erken ve baskın seçim ihtimalini güçlendirmiş, bir nevi toplumsal ve post modern darbe gerçekleşmişti. Eylemler tüm ülke genelinde artarak devam ediyordu.
Geldiği taşra kasabasının ünlü yazarı bu durumu pas geçemezdi. Bir fincan çay daha doldurup, bir sigara daha yakarak bilgisayarının başına oturdu. Yazıları bir zamanlar çıkardığı ancak batırdığı haftalık gazetesinin internet sitesinin yanı sıra, sosyal medya hesabında ve bazı yerel gazetelerin internet sitelerinde de çıkıyordu. Bugün günlerden Cuma’ydı, Mübarek Cuma! Toplumsal ve kanlı harekete uyarı niteliğinde, üst düzey aydın, sorumlu gazeteci ve yazar kimliğiyle uzun bir yazı döşenecekti. Türkiye’nin bütün aydınlarından, gazetecilerinden ve sosyal medya sitelerinden önce gelen tehlikeyi bilecek, sadece çağdaş Faust değil, Nostradamus gibi bir yazar olduğunu da kanıtlayacaktı.
Ülkedeki gençlik hareketlerinden; toplumsal direnişlerden, sendikal faaliyetlerden, emperyalizme karşı dik duruştan girdiği yazısını, ABD filosunu kıble belirleyip, vatanseverlere karşı direnişe geçen siyasal İslamcıların tarihi ile süsledi yazar. Yazdıkça yazıyordu, ülkenin, siyasi iradenin kışkırtmasıyla harcadığı enerjisini, kaybını ortaya koyuyor, buna karşın darbelerin ve ülkeyi bölmeye yönelik oyunların açtığı sonuçları bütün yürekliliğiyle masaya yatırıyordu. Kimlik, etnik ve mezhepsel siyasi tuzakların yerine, ekonomik, antiemperyalist ve sınıfsal mücadeleyi öne çıkarıyor, kof milliyetçiliğin de tuzak olduğunu vurguluyordu. “Türk siyasetini, üç temel faktör etrafında değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. Bu faktörlerden ilki, şüphe yok, “toplumsal olandır” Toplumdaki gerginliklerin, eğilimlerin, dalgaların belirleyiciliğine işaret eder. İkincisi devlet faktörüdür. Devlet-siyaset arası ilişkilere, buradaki aktörlerine, ilişkilerine, çatışmalarına, ittifaklarına, dengelerine ve bunların önemine gönderme yapar. Üçüncüsü dış dinamiklerdir. Uluslar arası alandaki dalgalar, oradan gelen girdiler, imkân ve meşruiyet sınırları çizerek, Türkiye gibi çevre ülkesi için her zaman belirleyici olmuştur” diye yazısına devam eden yazar, 11 Eylül ve 12 Eylül’e dikkat çeken yazısının finalinde, 11 Eylül ve 12 Eylül tarihlerinde herkesin duyarlı ve dikkatli olması gerektiğini yazar.
Uzun ama çok uzun yazısını yeniden gözden geçirdi yazar. Çok beğendi yazısını. Sosyal Medya hesabını düzenleyen genç gazeteci arkadaşı Feyzi’yi ve İnternet Sitesini düzenleyen Caner’i aradı. Bu yazı çok önemli, hemen paylaşın dedi.
Yazı kısa süre içinde paylaşılır. Geldiği taşra kasabasının ünlü yazarı, mutludur. Muhteşem yazısı beklediğinden de fazla ilgi görür.
10 Eylül Cumartesi gününü, sürekli demleyerek tazelediği çayı ve sigarası eşliğinde, sosyal medyadan ve sitesinden gelen yorumlara cevap vererek geçirir yazar. Yazısına sadece okuyucuları değil, siyasi partilerden, sivil toplum örgütlerinden ve sendikalardan da ilgi büyüktür. Hatta büyükşehrin ünlü yazarları da yazısına methiyeler yollamışlardır. Yazısı paylaşım rekorları da kırar. Feyiz aldığını, kendisini okumanın büyük keyif verdiğini yazan okuyucularıyla tanışır yazar.
11 Eylül Pazar günü kahvaltısı keyifli başlar, gülerek karısına seslenir yazar, “bugün hiçbir şey olmasa bile bir şeyler olacak, kesinlikle bir şeyler olacak” der. “O muhteşem yazıyı boş yere yazmadım ben. Göreceksin bak yazarını….” Der. Sonra da, “Ama sen hiçbir şeyi dert etme, yarın zenginiz zaten” diye ekler.
“Aşkı konuşmuş olursak ne konuşmuş oluruz’un” son temsilcisi sevgili karısı, “delidir ne yapsa yeridir” anlamına gelen bir el hareketiyle, “Zenginliği kim kaybetmiş de biz bulacağız” diyerek, “Sen doğalgazı, elektriği ve suyu öde de, başka bir şey istemem” der…
Faturaları yeniden eline alır yazar, en çok doğalgaz faturası gelmiştir. Bir kez daha küfrü gelir ama bu sefer kendini zor da olsa tutmayı başarır.
İki gün öncesinin gazeteleri katlanmış halde, kahvaltı masasının köşesinde durmaktadır. Yazar, sigarasını, çakmağını ve gazeteleri yanına alarak, bir alt kattaki evin tuvaletine gider. Her zaman boşa zamanı olmadığını düşünen ünlü yazar, tuvalette de gazete okumayı sevmektedir.
Klozete oturur, gazetelerden birinin üçüncü sayfasını açar, sigarasını ağzına götürür, çakmağı çakmadan az bir süre önce bir başlık göze çarpar, “yazar doğalgaz kaçağı patlamasında hayatını kaybetti”. Gördüğü fotoğraftaki doğalgaz patlamasında ölen yazar kendisidir ve sigara ağzında, çoktan çakmağı ateşlemiştir…
Beyaz, bembeyaz parlak ışığın zirvesinde, kendisine martıların, güvercinlerin, kumruların, serçelerin ve çok sevdiği merhum muhabbet kuşu Şukufe’nin eşlik ettiği bir yolculukta, huzur içindedir geldiği taşra kasabasının ünlü yazarı. Dünya denilen mavi bilyeden uzaklaştıkça, kuşların refakatinde zirveye doğru, amansız bir mutlulukla uçtuğunu hissetmektedir, yer çekiminin olmadığı, hafiflediği, dertsiz, bol ışıklı başka bir dünya… Muhabbet kuşu Şukufe, omzuna konmuş, yaşarken yaptığı gibi, kafasını eğip, dudağını öpmektedir. İlahi ve karşılıksız sevginin tarifsiz mutluluğu… Öper, öper, öper Şukufe…
Öpen, Şukufe değildir. “Kalk hadi, sabah oldu” diyen karısıdır.
“Rüya mı görüyordun, çok homurdandın?” diye sorar karısı.
“Öldüm ve yeniden doğdum” der ünlü yazar.
“Allah korusun, ne ölümü, nasıl öldün?” diye sorar yine karısı…
“Yok, tam da öyle değil aslında, ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi” der ünlü yazar.
Sonra o muhteşem şarkı sözlerini mırıldanır.
“Bekle dedi gitti ben beklemedim, o da gelmedi, ya
Gözlerini açar yazar, otobüsün radyosunda Kaan Tangöze, “Bekle dedi gitti ben beklemedim, o da gelmedi, ya
Ölüm gibi bi’ şey oldu ama ama ama, kimse ölmedi
Aşk ateşi yanar yanar söner mi?
Gönül yarası bir gün geçer mi?…” diye mırıldanıyordu…
Otobüsten inip, yürüdü yazar. Yeni Marmara Gazetesinin kapısından içeriye girdiğinde, hangisi gerçek, ne yalan, nesi rüya, neresi kâbus, hangisi ben diye düşünüyordu…
Bir kitapta okumuştu, “Aşk hakkında konuşmakla ne konuşmuş oluruz?”… Okuduğu ilginç kitaplardan, ilginç kitap başlıklarından birisiydi bu. Birçok ilginç kitap okurdu aslında. Ancak bu kitap ve başlığı, birçok konuda felsefe yapabilmesine, edebiyat yazılarını çeşitlendirebilmesine yol açan uçsuz bucaksız ve üstelik karanlık olan bilgi dehlizini aydınlatan anahtar gibiydi.
Geldiği taşra kasabasında oldukça ünlü biri olan yazar, yeni ikameti olan bu büyükşehirdeki ilk günlerinde yine ve yeniden kendini aramaya koyulmuştu. Büyükşehri çevreleyen Uludağ’ının eteklerindeki yeni kiralık evinden çıkmış, çevreyi keşfe koyulmuştu.
Sabah. Sabahtan öte, sabahın körüydü. Büyükşehrin hengâmeli gürültüsü henüz başlamamıştı. Bu saatte işe gitmek zorunda olanları taşıyan otomobiller, minibüsler ve otobüslerin dışında kenti kaplayan sessizliği ve huzuru hissetmek için gözlerini yumdu. Derin, derin nefes alıp verdi. Birkaç gün önceki yağmurun hediyesi olan toprak, çiçek, ağaç ve böcek kokularını duyumsadı. Kuş cıvıltıları şehrin yeni uyanan uğultusunu bastırıyordu. Kuşları aradı gözleri. Parkın köşesinde birkaç kumru gördü. Sabah rızıkları için tatlı bir telaş içindeydiler. Geldiği kasabada kuş boldu, balkonunda beslediği serçeleri, güvercinleri, kumruları düşündü. Sonra onların boklarıyla renklendirdiği ve her akşamüstü yıkamak zorunda kaldığı ve alt komşusuyla dalaştığı balkonunun halini hatırladı. Balkon su kaçırıyordu, alt komşu haklı olarak feryat ediyordu. Ancak “Aşk hakkında konuşmakla ne konuşmuş oluruz?” sorusunun, canlı muhatabı sevgili eşiyle kuşları beslemekten, onlara yem ve su vermekten vazgeçemiyorlardı.
“Onları bize gönderen kim?” diye başlıyordu sözlerine sevgili eşi. Sonra da devam ediyordu, “Onlar bize rabbimizin hediyesi, bu apartmanda o kadar balkon varken, bu kasabada o kadar ev varken, bize geliyorlarsa, bir düşün!” … Hayvan sevgisine ilahi anlam yükleyince bir başka güzel oluyordu sevgili eşi. Sorun şuydu, Yazar, sadece kuşları kuş olduğu için sevip beslerken, ilahi aşkı kendi derininde gözlemlemeye çalışıyor, canlılarla yemi, suyu ve hayatı paylaşmanın ötesinde daha farklı anlam yüklemeyi reddediyordu. Eşi ise, kuşlara yem ve su vermeyi, daha tanrısal daha ilahi bir çizgide kabul ederek mutlu oluyordu. Su kaçıran balkonun hemen altında oturan komşu için ise bunların hiç birinin önemi yoktu.
Yazar, komşusuna her “Haklısınız, ancak temizlememiz gerekti, bir dahaki sefere daha çok dikkat ederiz” diye, klasik ortam yatıştırıcı cümleleri kaydettiğinde, aklına başka derin felsefik cümleler geliyor ve komşusu için anlamsız bir hüzne gark oluyordu. “Hiç şüphe yok ki eğer hayvanların bir dini olsaydı şeytanı insan suretinde hayal ederlerdi!”
Büyükşehirde kuşları görmek için dikkatli bakmak şarttı. Ortalarda pek görünmeyi sevmiyorlardı ancak sesleri sabahın kasvetini alıp götürüyordu. Geldiği taşra kasabasın ünlü yazarı, sokaklarda kedi ve köpek aramaya koyuldu. Yoklardı sanki… Az ileride siyah derisi beyaz beneklerle kuşatılmış bir kediyi, sokağın köşesinden dönerken gördü. Son üç kilometredir gördüğü ilk kediydi bu. Köpekler de yoktu. Geçtiği bir kasabın önünde, kasabın beslediği belli olan iri bir kangalın dışında sokak köpeği de görmemişti yazar. Oysa geldiği taşra kasabası hayvan cennetiydi.
Geldiği kasabayı düşündü. “Aşk hakkında konuşmakla ne konuşmuş oluruz?”… “Ya hayatının 40 yılının geçtiği kasabayı konuşmakla ne konuşmuş oluruz?” … Tarihini mi? Coğrafyasını mı? Tarihine ve coğrafyasına kimsenin eleştiri getirebileceğini sanmıyordu taşra kasabasının ünlü yazarı. Ancak, tarihine ve coğrafyasına sahip çıkacak bilince erişmemeye hep eleştirel bakmıştı. Ekonomik olarak, siyasetin egemenliğine geçmiş, istihdamın siyasi erkler lütfederse sağlandığı, sosyal yaşamı siyasete kurban edilmiş, beşeri ilişkileri dedikoduların belirlediği, samimiyetten uzak, sahte bir kentte, daha fazla barınamayacağını anladığı için, kalabalıklar arasındaki yalnızlığını, kimsenin bilmediği başka bir yerde yaşamak için kasabayı terk etmişti yazar.
Yaklaşık beş kilometredir yürüyordu yazar. Yokuşlar iniyor, yokuşlar çıkıyor, tanımadığı esnaflara “Günaydın”, “Hayırlı İşler” nidaları gönderiyor, her bir kilometrede denk geldiği kahvehanelerde, çay ocaklarında birer çay molası veriyor, her molada şaşkınlığı daha da artıyordu. Bu mahallenin kahvehanelerinde ve çay ocaklarında gazete yoktu. Bakkallarında ve marketlerinde de öyle. Kime sorsa, “Buralarda gazete, dergi satılmaz. Ana caddedeki büfelerde veya büyük marketlerde belki bulabilirsiniz” demişlerdi.
Geldiği taşra kasabasına göre çok daha muhafazakâr bir mahalleye taşındığının farkına varmıştı yazar. O her zaman karşılaştığı insanların coğrafi ve kültürel kökenlerine dikkat eder ancak etnik ve toplumsal köken konusunda hiçbir ön yargı beslemezdi. Hiç kimsenin yaşam tarzı, etnik, coğrafik kökeni umurunda olmazdı ama gazete ve dergi satılmaması da enteresan bir olguydu. Geldiği taşra kasabasının ünlü yazarı bir beş kilometre de tersi yönde yürüdü. Rutinini yaptı, kuş aradı, kedi aradı, köpek aradı, gazete aradı, dergi aradı, esnaflarla selamlaştı ve yürüdü. Sadece yürüdü.
Gazete, dergi satan tek bir dükkâna rastlamadı.
Büyük şehrin ünlü caddesine geldiğinde de şaşkınlığı gitmedi. Yaklaşık yedi kilometrelik kalabalık ve akışkan caddede, sadece iki büfede gazete satılıyordu. Oralarda da dergi bulunmuyordu. Hazır gelmişken, altı tane gazete satın aldı. Cumhuriyet, Sözcü, Karar, Birgün, Evrensel ve Sabah gazetelerini…
Eve otobüsle döndü yazar. Mahalle bakkalına uğrayıp ekmek, yoğurt almayı ihmal etmeden.
Kapıyı, kişisel tarihinin asırlık aşkı biricik karısı açtı. Önce, “Nerede kaldın, kaç saat oldu?” ince fırçası geldi, ardından da “Doğalgaz, Elektrik ve Su faturalı” kalın badana….
Geldiği taşra kasabasının ünlü yazarı, her fatura gördüğünde yaptığını yapıp, söylediklerini söyledi.
Faturalara göz atıp, koltuğa fırlatırken, “!!! !!! !!! !!! !!!”
“Burası geldiğimiz kasaba değil aşkım” dedi, kişisel tarihinin asırlık aşkı. “Burada küfür edemezsin!”
“Faturaların dini, dili, ırkı, cinsiyeti, siyasi görüşü, felsefesi ve memleketi yok aşkım” dedi yazar. “Bu ülkeyi yaşanmaz hale getirdiler. Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir halk bu kadar faturayı ödemiyor, yine dünyanın hiçbir yerinde insanlar sırf kira ve fatura ödemek adına çalışmıyor ve yaşamıyordur”
“Yine de küfür edemezsin, komşulara ayıp, apartmanda akrabalarımız da var. Onlara ayıp, üstelik küfür etmek günah” diye haykırdı karısı.
“!!! !!! !!! !!! …”
“Bak yine küfür ettin. Ben ne diyorum, sen ne yapıyorsun? Allah seni iflah etsin”
“Komşularına, akrabalarına da fatura gelmiyor mu ruhum?”
“Geliyor, tabii ki, sadece bize mi?!”
“İyi o zaman, söyle onlara onlarda küfür etsinler!”
“Tövbe, tövbe… Mübarek Cuma günü bari sus adam!”
“Küfür etmek günah değil ruhum. Küfrü hak etmek günah! Bu toplum bunu öğrendiğinde, ahlak yeniden o muhteşem günlerine dönecek, inan bana!”
Biricik aşkının yaptığı çaydan, fincanına doldurup, bir sigara yakıp, balkona çıktı yazar. Büyük bir iştahla gazeteleri açtı kahvaltı masasına. Ciddi konuları hep ikinci ve üçüncü çay ile dördüncü ve beşinci sigarasına bıraktığı için her zamanki gibi önce spor sayfalarını okumaya başladı.
“Muhteşem Kartal” başlığı dikkat çekti. “Kara Kartallar, UEFA Kupasının flaş takımı Başak şehri Muhteşem bir oyunla 4-1” yendi diyordu manşette. Keyfi yerine geldi taşra kasabasının ünlü ve Beşiktaşlı yazarının. Sonra hayıflandı yazar. Bu güzelim maçı nasıl oldu da unutup izlemediğine pişman oldu. Ama henüz anlamlandıramadığı bir şeyler vardı. Önce duraksadı yazar. Kısa bir şaşkınlık anının ardından, diğer gazetelerin spor sayfalarına da göz attı. Hepsinde de Beşiktaş galibiyeti manşetlerdeydi. Neler oluyordu öyle? Beşiktaş maçı Pazar akşamıydı. Bugün günlerden, sevgili eşinin de dediği gibi, Cuma’ydı. Mübarek Cuma! Gazetelerin birinci sayfalarını çevirdi. 12 Eylül 2022 Pazartesi yazıyordu. Takvime baktı, cep telefonunu yokladı, sevgili eşine seslendi, “Bugün günlerden ne?”
“Cumaaa!”
“Hayır, öyle değil, ayın tarihi ne?”
“9 Eylül Cumaa” dedi karısı.
Tuhaf olan, metafiziksel, gizemli, ürkütücü her şeyden tedirgin olan, tedirgin olmanın ötesinde çok korkan sevgili karısına bir şey söylemedi geldiği taşra kasabasının ünlü yazarı.
Şeytanın en sevdiği tip, borcu olan, çaresiz olan, geçim zorluğu çeken, ne yapacağını bilemeyen ve üstelik Goethe okuyup, kahramanı Faust’a hayran olan yazardır bahanesine sığındı yazar.
Gazete dergi ararken, koca mahallede şans oyunları oynanan bir yer de göremediğini idrak etti. Geldiği taşra kasabasındaki arkadaşını arayıp, iban numarasını istedi. “Bak, beni iyi dinle. Bir kâğıt kalem al eline söylediğim 10 maça, sana yatıracağım 150 lirayı bas. Hem ilk yarı, hem ikinci yarı, hem maç sonucu hem de goller olacak. Gözünün yağını yiyeyim, hata yapma. Hatta sen de para ayarla, 300 lira basalım bu maçlara. Pazartesi günü zengin olacağız” dedi.
Gazeteden okuduğu maç sonuçlarına göre, arkadaşına gereken skorları, golleri, sonuçları iletti. Gazetelerin iç sayfalarına da göz attı yazar. Pazar günü çekilen süper loto ve şans topu sonuçlarını da okudu. Arkadaşını yeniden arayıp, birer kolon süper loto ve şans topu oynamasını da istedi ve numaraları verdi yazar.
Yeni Goethe ve kahramanı Faust oydu artık.
Karısının hazırladığı güzelim kahvaltıyı bile gözü görmüyordu. Bir fincan çay daha alıp, bir sigara daha yaktı. “Neler oluyor, ne oldu de delirdin yine” diyen karısına, “Aşkı konuşmuş olmakla ne konuşmuş oluruz?” diye sordu yazar. Sonra da ekledi, “Ne olduğunu ben de bilmiyorum ama güzel olacağına inanıyorum, fazla ısrar etme, pazartesi günü açıklarım” diye…
Çayını yudumlayıp, sigarasını tüttürürken, gazetelerin ön sayfalarını açtı masaya. Ülkede 11 Eylül Pazar günü her yer karışmıştı. Sendikalar, sivil toplum örgütleri, gençler, öğrenciler, muhalif siyasi partiler ve halk isyan bayrağı açmıştı. Pazar sabahı gençlerin konser yasaklarına karşı fitillediği isyan bayrağı, gece yarısı benzine, doğalgaza, elektriğe yapılan yeni ve büyük zam dalgasıyla toplumsal histeriye dönmüştü. Tek adam rejimi, hükümet, içişleri bakanlığı, güvenlik güçleri teyakkuza geçmiş, isyanı orantısız güç kullanarak bastırmıştı. Bazı gazeteler, ölen ve yaralananlar için siyah başlıkla çıkmıştı. Ülkedeki isyan, erken ve baskın seçim ihtimalini güçlendirmiş, bir nevi toplumsal ve post modern darbe gerçekleşmişti. Eylemler tüm ülke genelinde artarak devam ediyordu.
Geldiği taşra kasabasının ünlü yazarı bu durumu pas geçemezdi. Bir fincan çay daha doldurup, bir sigara daha yakarak bilgisayarının başına oturdu. Yazıları bir zamanlar çıkardığı ancak batırdığı haftalık gazetesinin internet sitesinin yanı sıra, sosyal medya hesabında ve bazı yerel gazetelerin internet sitelerinde de çıkıyordu. Bugün günlerden Cuma’ydı, Mübarek Cuma! Toplumsal ve kanlı harekete uyarı niteliğinde, üst düzey aydın, sorumlu gazeteci ve yazar kimliğiyle uzun bir yazı döşenecekti. Türkiye’nin bütün aydınlarından, gazetecilerinden ve sosyal medya sitelerinden önce gelen tehlikeyi bilecek, sadece çağdaş Faust değil, Nostradamus gibi bir yazar olduğunu da kanıtlayacaktı.
Ülkedeki gençlik hareketlerinden; toplumsal direnişlerden, sendikal faaliyetlerden, emperyalizme karşı dik duruştan girdiği yazısını, ABD filosunu kıble belirleyip, vatanseverlere karşı direnişe geçen siyasal İslamcıların tarihi ile süsledi yazar. Yazdıkça yazıyordu, ülkenin, siyasi iradenin kışkırtmasıyla harcadığı enerjisini, kaybını ortaya koyuyor, buna karşın darbelerin ve ülkeyi bölmeye yönelik oyunların açtığı sonuçları bütün yürekliliğiyle masaya yatırıyordu. Kimlik, etnik ve mezhepsel siyasi tuzakların yerine, ekonomik, antiemperyalist ve sınıfsal mücadeleyi öne çıkarıyor, kof milliyetçiliğin de tuzak olduğunu vurguluyordu. “Türk siyasetini, üç temel faktör etrafında değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. Bu faktörlerden ilki, şüphe yok, “toplumsal olandır” Toplumdaki gerginliklerin, eğilimlerin, dalgaların belirleyiciliğine işaret eder. İkincisi devlet faktörüdür. Devlet-siyaset arası ilişkilere, buradaki aktörlerine, ilişkilerine, çatışmalarına, ittifaklarına, dengelerine ve bunların önemine gönderme yapar. Üçüncüsü dış dinamiklerdir. Uluslar arası alandaki dalgalar, oradan gelen girdiler, imkân ve meşruiyet sınırları çizerek, Türkiye gibi çevre ülkesi için her zaman belirleyici olmuştur” diye yazısına devam eden yazar, 11 Eylül ve 12 Eylül’e dikkat çeken yazısının finalinde, 11 Eylül ve 12 Eylül tarihlerinde herkesin duyarlı ve dikkatli olması gerektiğini yazar.
Uzun ama çok uzun yazısını yeniden gözden geçirdi yazar. Çok beğendi yazısını. Sosyal Medya hesabını düzenleyen genç gazeteci arkadaşı Feyzi’yi ve İnternet Sitesini düzenleyen Caner’i aradı. Bu yazı çok önemli, hemen paylaşın dedi.
Yazı kısa süre içinde paylaşılır. Geldiği taşra kasabasının ünlü yazarı, mutludur. Muhteşem yazısı beklediğinden de fazla ilgi görür.
10 Eylül Cumartesi gününü, sürekli demleyerek tazelediği çayı ve sigarası eşliğinde, sosyal medyadan ve sitesinden gelen yorumlara cevap vererek geçirir yazar. Yazısına sadece oku
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
CEMAL KIRGIZ
YAZAR
Bir kitapta okumuştu, “Aşk hakkında konuşmakla ne konuşmuş oluruz?”… Okuduğu ilginç kitaplardan, ilginç kitap başlıklarından birisiydi bu. Birçok ilginç kitap okurdu aslında. Ancak bu kitap ve başlığı, birçok konuda felsefe yapabilmesine, edebiyat yazılarını çeşitlendirebilmesine yol açan uçsuz bucaksız ve üstelik karanlık olan bilgi dehlizini aydınlatan anahtar gibiydi.
Geldiği taşra kasabasında oldukça ünlü biri olan yazar, yeni ikameti olan bu büyükşehirdeki ilk günlerinde yine ve yeniden kendini aramaya koyulmuştu. Büyükşehri çevreleyen Uludağ’ının eteklerindeki yeni kiralık evinden çıkmış, çevreyi keşfe koyulmuştu.
Sabah. Sabahtan öte, sabahın körüydü. Büyükşehrin hengâmeli gürültüsü henüz başlamamıştı. Bu saatte işe gitmek zorunda olanları taşıyan otomobiller, minibüsler ve otobüslerin dışında kenti kaplayan sessizliği ve huzuru hissetmek için gözlerini yumdu. Derin, derin nefes alıp verdi. Birkaç gün önceki yağmurun hediyesi olan toprak, çiçek, ağaç ve böcek kokularını duyumsadı. Kuş cıvıltıları şehrin yeni uyanan uğultusunu bastırıyordu. Kuşları aradı gözleri. Parkın köşesinde birkaç kumru gördü. Sabah rızıkları için tatlı bir telaş içindeydiler. Geldiği kasabada kuş boldu, balkonunda beslediği serçeleri, güvercinleri, kumruları düşündü. Sonra onların boklarıyla renklendirdiği ve her akşamüstü yıkamak zorunda kaldığı ve alt komşusuyla dalaştığı balkonunun halini hatırladı. Balkon su kaçırıyordu, alt komşu haklı olarak feryat ediyordu. Ancak “Aşk hakkında konuşmakla ne konuşmuş oluruz?” sorusunun, canlı muhatabı sevgili eşiyle kuşları beslemekten, onlara yem ve su vermekten vazgeçemiyorlardı.
“Onları bize gönderen kim?” diye başlıyordu sözlerine sevgili eşi. Sonra da devam ediyordu, “Onlar bize rabbimizin hediyesi, bu apartmanda o kadar balkon varken, bu kasabada o kadar ev varken, bize geliyorlarsa, bir düşün!” … Hayvan sevgisine ilahi anlam yükleyince bir başka güzel oluyordu sevgili eşi. Sorun şuydu, Yazar, sadece kuşları kuş olduğu için sevip beslerken, ilahi aşkı kendi derininde gözlemlemeye çalışıyor, canlılarla yemi, suyu ve hayatı paylaşmanın ötesinde daha farklı anlam yüklemeyi reddediyordu. Eşi ise, kuşlara yem ve su vermeyi, daha tanrısal daha ilahi bir çizgide kabul ederek mutlu oluyordu. Su kaçıran balkonun hemen altında oturan komşu için ise bunların hiç birinin önemi yoktu.
Yazar, komşusuna her “Haklısınız, ancak temizlememiz gerekti, bir dahaki sefere daha çok dikkat ederiz” diye, klasik ortam yatıştırıcı cümleleri kaydettiğinde, aklına başka derin felsefik cümleler geliyor ve komşusu için anlamsız bir hüzne gark oluyordu. “Hiç şüphe yok ki eğer hayvanların bir dini olsaydı şeytanı insan suretinde hayal ederlerdi!”
Büyükşehirde kuşları görmek için dikkatli bakmak şarttı. Ortalarda pek görünmeyi sevmiyorlardı ancak sesleri sabahın kasvetini alıp götürüyordu. Geldiği taşra kasabasın ünlü yazarı, sokaklarda kedi ve köpek aramaya koyuldu. Yoklardı sanki… Az ileride siyah derisi beyaz beneklerle kuşatılmış bir kediyi, sokağın köşesinden dönerken gördü. Son üç kilometredir gördüğü ilk kediydi bu. Köpekler de yoktu. Geçtiği bir kasabın önünde, kasabın beslediği belli olan iri bir kangalın dışında sokak köpeği de görmemişti yazar. Oysa geldiği taşra kasabası hayvan cennetiydi.
Geldiği kasabayı düşündü. “Aşk hakkında konuşmakla ne konuşmuş oluruz?”… “Ya hayatının 40 yılının geçtiği kasabayı konuşmakla ne konuşmuş oluruz?” … Tarihini mi? Coğrafyasını mı? Tarihine ve coğrafyasına kimsenin eleştiri getirebileceğini sanmıyordu taşra kasabasının ünlü yazarı. Ancak, tarihine ve coğrafyasına sahip çıkacak bilince erişmemeye hep eleştirel bakmıştı. Ekonomik olarak, siyasetin egemenliğine geçmiş, istihdamın siyasi erkler lütfederse sağlandığı, sosyal yaşamı siyasete kurban edilmiş, beşeri ilişkileri dedikoduların belirlediği, samimiyetten uzak, sahte bir kentte, daha fazla barınamayacağını anladığı için, kalabalıklar arasındaki yalnızlığını, kimsenin bilmediği başka bir yerde yaşamak için kasabayı terk etmişti yazar.
Yaklaşık beş kilometredir yürüyordu yazar. Yokuşlar iniyor, yokuşlar çıkıyor, tanımadığı esnaflara “Günaydın”, “Hayırlı İşler” nidaları gönderiyor, her bir kilometrede denk geldiği kahvehanelerde, çay ocaklarında birer çay molası veriyor, her molada şaşkınlığı daha da artıyordu. Bu mahallenin kahvehanelerinde ve çay ocaklarında gazete yoktu. Bakkallarında ve marketlerinde de öyle. Kime sorsa, “Buralarda gazete, dergi satılmaz. Ana caddedeki büfelerde veya büyük marketlerde belki bulabilirsiniz” demişlerdi.
Geldiği taşra kasabasına göre çok daha muhafazakâr bir mahalleye taşındığının farkına varmıştı yazar. O her zaman karşılaştığı insanların coğrafi ve kültürel kökenlerine dikkat eder ancak etnik ve toplumsal köken konusunda hiçbir ön yargı beslemezdi. Hiç kimsenin yaşam tarzı, etnik, coğrafik kökeni umurunda olmazdı ama gazete ve dergi satılmaması da enteresan bir olguydu. Geldiği taşra kasabasının ünlü yazarı bir beş kilometre de tersi yönde yürüdü. Rutinini yaptı, kuş aradı, kedi aradı, köpek aradı, gazete aradı, dergi aradı, esnaflarla selamlaştı ve yürüdü. Sadece yürüdü.
Gazete, dergi satan tek bir dükkâna rastlamadı.
Büyük şehrin ünlü caddesine geldiğinde de şaşkınlığı gitmedi. Yaklaşık yedi kilometrelik kalabalık ve akışkan caddede, sadece iki büfede gazete satılıyordu. Oralarda da dergi bulunmuyordu. Hazır gelmişken, altı tane gazete satın aldı. Cumhuriyet, Sözcü, Karar, Birgün, Evrensel ve Sabah gazetelerini…
Eve otobüsle döndü yazar. Mahalle bakkalına uğrayıp ekmek, yoğurt almayı ihmal etmeden.
Kapıyı, kişisel tarihinin asırlık aşkı biricik karısı açtı. Önce, “Nerede kaldın, kaç saat oldu?” ince fırçası geldi, ardından da “Doğalgaz, Elektrik ve Su faturalı” kalın badana….
Geldiği taşra kasabasının ünlü yazarı, her fatura gördüğünde yaptığını yapıp, söylediklerini söyledi.
Faturalara göz atıp, koltuğa fırlatırken, “!!! !!! !!! !!! !!!”
“Burası geldiğimiz kasaba değil aşkım” dedi, kişisel tarihinin asırlık aşkı. “Burada küfür edemezsin!”
“Faturaların dini, dili, ırkı, cinsiyeti, siyasi görüşü, felsefesi ve memleketi yok aşkım” dedi yazar. “Bu ülkeyi yaşanmaz hale getirdiler. Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir halk bu kadar faturayı ödemiyor, yine dünyanın hiçbir yerinde insanlar sırf kira ve fatura ödemek adına çalışmıyor ve yaşamıyordur”
“Yine de küfür edemezsin, komşulara ayıp, apartmanda akrabalarımız da var. Onlara ayıp, üstelik küfür etmek günah” diye haykırdı karısı.
“!!! !!! !!! !!! …”
“Bak yine küfür ettin. Ben ne diyorum, sen ne yapıyorsun? Allah seni iflah etsin”
“Komşularına, akrabalarına da fatura gelmiyor mu ruhum?”
“Geliyor, tabii ki, sadece bize mi?!”
“İyi o zaman, söyle onlara onlarda küfür etsinler!”
“Tövbe, tövbe… Mübarek Cuma günü bari sus adam!”
“Küfür etmek günah değil ruhum. Küfrü hak etmek günah! Bu toplum bunu öğrendiğinde, ahlak yeniden o muhteşem günlerine dönecek, inan bana!”
Biricik aşkının yaptığı çaydan, fincanına doldurup, bir sigara yakıp, balkona çıktı yazar. Büyük bir iştahla gazeteleri açtı kahvaltı masasına. Ciddi konuları hep ikinci ve üçüncü çay ile dördüncü ve beşinci sigarasına bıraktığı için her zamanki gibi önce spor sayfalarını okumaya başladı.
“Muhteşem Kartal” başlığı dikkat çekti. “Kara Kartallar, UEFA Kupasının flaş takımı Başak şehri Muhteşem bir oyunla 4-1” yendi diyordu manşette. Keyfi yerine geldi taşra kasabasının ünlü ve Beşiktaşlı yazarının. Sonra hayıflandı yazar. Bu güzelim maçı nasıl oldu da unutup izlemediğine pişman oldu. Ama henüz anlamlandıramadığı bir şeyler vardı. Önce duraksadı yazar. Kısa bir şaşkınlık anının ardından, diğer gazetelerin spor sayfalarına da göz attı. Hepsinde de Beşiktaş galibiyeti manşetlerdeydi. Neler oluyordu öyle? Beşiktaş maçı Pazar akşamıydı. Bugün günlerden, sevgili eşinin de dediği gibi, Cuma’ydı. Mübarek Cuma! Gazetelerin birinci sayfalarını çevirdi. 12 Eylül 2022 Pazartesi yazıyordu. Takvime baktı, cep telefonunu yokladı, sevgili eşine seslendi, “Bugün günlerden ne?”
“Cumaaa!”
“Hayır, öyle değil, ayın tarihi ne?”
“9 Eylül Cumaa” dedi karısı.
Tuhaf olan, metafiziksel, gizemli, ürkütücü her şeyden tedirgin olan, tedirgin olmanın ötesinde çok korkan sevgili karısına bir şey söylemedi geldiği taşra kasabasının ünlü yazarı.
Şeytanın en sevdiği tip, borcu olan, çaresiz olan, geçim zorluğu çeken, ne yapacağını bilemeyen ve üstelik Goethe okuyup, kahramanı Faust’a hayran olan yazardır bahanesine sığındı yazar.
Gazete dergi ararken, koca mahallede şans oyunları oynanan bir yer de göremediğini idrak etti. Geldiği taşra kasabasındaki arkadaşını arayıp, iban numarasını istedi. “Bak, beni iyi dinle. Bir kâğıt kalem al eline söylediğim 10 maça, sana yatıracağım 150 lirayı bas. Hem ilk yarı, hem ikinci yarı, hem maç sonucu hem de goller olacak. Gözünün yağını yiyeyim, hata yapma. Hatta sen de para ayarla, 300 lira basalım bu maçlara. Pazartesi günü zengin olacağız” dedi.
Gazeteden okuduğu maç sonuçlarına göre, arkadaşına gereken skorları, golleri, sonuçları iletti. Gazetelerin iç sayfalarına da göz attı yazar. Pazar günü çekilen süper loto ve şans topu sonuçlarını da okudu. Arkadaşını yeniden arayıp, birer kolon süper loto ve şans topu oynamasını da istedi ve numaraları verdi yazar.
Yeni Goethe ve kahramanı Faust oydu artık.
Karısının hazırladığı güzelim kahvaltıyı bile gözü görmüyordu. Bir fincan çay daha alıp, bir sigara daha yaktı. “Neler oluyor, ne oldu de delirdin yine” diyen karısına, “Aşkı konuşmuş olmakla ne konuşmuş oluruz?” diye sordu yazar. Sonra da ekledi, “Ne olduğunu ben de bilmiyorum ama güzel olacağına inanıyorum, fazla ısrar etme, pazartesi günü açıklarım” diye…
Çayını yudumlayıp, sigarasını tüttürürken, gazetelerin ön sayfalarını açtı masaya. Ülkede 11 Eylül Pazar günü her yer karışmıştı. Sendikalar, sivil toplum örgütleri, gençler, öğrenciler, muhalif siyasi partiler ve halk isyan bayrağı açmıştı. Pazar sabahı gençlerin konser yasaklarına karşı fitillediği isyan bayrağı, gece yarısı benzine, doğalgaza, elektriğe yapılan yeni ve büyük zam dalgasıyla toplumsal histeriye dönmüştü. Tek adam rejimi, hükümet, içişleri bakanlığı, güvenlik güçleri teyakkuza geçmiş, isyanı orantısız güç kullanarak bastırmıştı. Bazı gazeteler, ölen ve yaralananlar için siyah başlıkla çıkmıştı. Ülkedeki isyan, erken ve baskın seçim ihtimalini güçlendirmiş, bir nevi toplumsal ve post modern darbe gerçekleşmişti. Eylemler tüm ülke genelinde artarak devam ediyordu.
Geldiği taşra kasabasının ünlü yazarı bu durumu pas geçemezdi. Bir fincan çay daha doldurup, bir sigara daha yakarak bilgisayarının başına oturdu. Yazıları bir zamanlar çıkardığı ancak batırdığı haftalık gazetesinin internet sitesinin yanı sıra, sosyal medya hesabında ve bazı yerel gazetelerin internet sitelerinde de çıkıyordu. Bugün günlerden Cuma’ydı, Mübarek Cuma! Toplumsal ve kanlı harekete uyarı niteliğinde, üst düzey aydın, sorumlu gazeteci ve yazar kimliğiyle uzun bir yazı döşenecekti. Türkiye’nin bütün aydınlarından, gazetecilerinden ve sosyal medya sitelerinden önce gelen tehlikeyi bilecek, sadece çağdaş Faust değil, Nostradamus gibi bir yazar olduğunu da kanıtlayacaktı.
Ülkedeki gençlik hareketlerinden; toplumsal direnişlerden, sendikal faaliyetlerden, emperyalizme karşı dik duruştan girdiği yazısını, ABD filosunu kıble belirleyip, vatanseverlere karşı direnişe geçen siyasal İslamcıların tarihi ile süsledi yazar. Yazdıkça yazıyordu, ülkenin, siyasi iradenin kışkırtmasıyla harcadığı enerjisini, kaybını ortaya koyuyor, buna karşın darbelerin ve ülkeyi bölmeye yönelik oyunların açtığı sonuçları bütün yürekliliğiyle masaya yatırıyordu. Kimlik, etnik ve mezhepsel siyasi tuzakların yerine, ekonomik, antiemperyalist ve sınıfsal mücadeleyi öne çıkarıyor, kof milliyetçiliğin de tuzak olduğunu vurguluyordu. “Türk siyasetini, üç temel faktör etrafında değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. Bu faktörlerden ilki, şüphe yok, “toplumsal olandır” Toplumdaki gerginliklerin, eğilimlerin, dalgaların belirleyiciliğine işaret eder. İkincisi devlet faktörüdür. Devlet-siyaset arası ilişkilere, buradaki aktörlerine, ilişkilerine, çatışmalarına, ittifaklarına, dengelerine ve bunların önemine gönderme yapar. Üçüncüsü dış dinamiklerdir. Uluslar arası alandaki dalgalar, oradan gelen girdiler, imkân ve meşruiyet sınırları çizerek, Türkiye gibi çevre ülkesi için her zaman belirleyici olmuştur” diye yazısına devam eden yazar, 11 Eylül ve 12 Eylül’e dikkat çeken yazısının finalinde, 11 Eylül ve 12 Eylül tarihlerinde herkesin duyarlı ve dikkatli olması gerektiğini yazar.
Uzun ama çok uzun yazısını yeniden gözden geçirdi yazar. Çok beğendi yazısını. Sosyal Medya hesabını düzenleyen genç gazeteci arkadaşı Feyzi’yi ve İnternet Sitesini düzenleyen Caner’i aradı. Bu yazı çok önemli, hemen paylaşın dedi.
Yazı kısa süre içinde paylaşılır. Geldiği taşra kasabasının ünlü yazarı, mutludur. Muhteşem yazısı beklediğinden de fazla ilgi görür.
10 Eylül Cumartesi gününü, sürekli demleyerek tazelediği çayı ve sigarası eşliğinde, sosyal medyadan ve sitesinden gelen yorumlara cevap vererek geçirir yazar. Yazısına sadece okuyucuları değil, siyasi partilerden, sivil toplum örgütlerinden ve sendikalardan da ilgi büyüktür. Hatta büyükşehrin ünlü yazarları da yazısına methiyeler yollamışlardır. Yazısı paylaşım rekorları da kırar. Feyiz aldığını, kendisini okumanın büyük keyif verdiğini yazan okuyucularıyla tanışır yazar.
11 Eylül Pazar günü kahvaltısı keyifli başlar, gülerek karısına seslenir yazar, “bugün hiçbir şey olmasa bile bir şeyler olacak, kesinlikle bir şeyler olacak” der. “O muhteşem yazıyı boş yere yazmadım ben. Göreceksin bak yazarını….” Der. Sonra da, “Ama sen hiçbir şeyi dert etme, yarın zenginiz zaten” diye ekler.
“Aşkı konuşmuş olursak ne konuşmuş oluruz’un” son temsilcisi sevgili karısı, “delidir ne yapsa yeridir” anlamına gelen bir el hareketiyle, “Zenginliği kim kaybetmiş de biz bulacağız” diyerek, “Sen doğalgazı, elektriği ve suyu öde de, başka bir şey istemem” der…
Faturaları yeniden eline alır yazar, en çok doğalgaz faturası gelmiştir. Bir kez daha küfrü gelir ama bu sefer kendini zor da olsa tutmayı başarır.
İki gün öncesinin gazeteleri katlanmış halde, kahvaltı masasının köşesinde durmaktadır. Yazar, sigarasını, çakmağını ve gazeteleri yanına alarak, bir alt kattaki evin tuvaletine gider. Her zaman boşa zamanı olmadığını düşünen ünlü yazar, tuvalette de gazete okumayı sevmektedir.
Klozete oturur, gazetelerden birinin üçüncü sayfasını açar, sigarasını ağzına götürür, çakmağı çakmadan az bir süre önce bir başlık göze çarpar, “yazar doğalgaz kaçağı patlamasında hayatını kaybetti”. Gördüğü fotoğraftaki doğalgaz patlamasında ölen yazar kendisidir ve sigara ağzında, çoktan çakmağı ateşlemiştir…
Beyaz, bembeyaz parlak ışığın zirvesinde, kendisine martıların, güvercinlerin, kumruların, serçelerin ve çok sevdiği merhum muhabbet kuşu Şukufe’nin eşlik ettiği bir yolculukta, huzur içindedir geldiği taşra kasabasının ünlü yazarı. Dünya denilen mavi bilyeden uzaklaştıkça, kuşların refakatinde zirveye doğru, amansız bir mutlulukla uçtuğunu hissetmektedir, yer çekiminin olmadığı, hafiflediği, dertsiz, bol ışıklı başka bir dünya… Muhabbet kuşu Şukufe, omzuna konmuş, yaşarken yaptığı gibi, kafasını eğip, dudağını öpmektedir. İlahi ve karşılıksız sevginin tarifsiz mutluluğu… Öper, öper, öper Şukufe…
Öpen, Şukufe değildir. “Kalk hadi, sabah oldu” diyen karısıdır.
“Rüya mı görüyordun, çok homurdandın?” diye sorar karısı.
“Öldüm ve yeniden doğdum” der ünlü yazar.
“Allah korusun, ne ölümü, nasıl öldün?” diye sorar yine karısı…
“Yok, tam da öyle değil aslında, ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi” der ünlü yazar.
Sonra o muhteşem şarkı sözlerini mırıldanır.
“Bekle dedi gitti ben beklemedim, o da gelmedi, ya
Ölüm gibi bi’ şey oldu ama ama ama, kimse ölmedi
Aşk ateşi yanar yanar söner mi?
Gönül yarası bir gün geçer mi?
Öyle sevdim içim dışım enerji
E dur bakalım, döner belki
Bekle dedi gitti ben beklemedim, o da gelmedi, ya
Ölüm gibi bi’ şey oldu ama ama ama, kimse ölmedi
Bekle dedi gitti ben beklemedim, o da gelmedi, ya
Ölüm gibi bi’ şey oldu ama ama ama, kimse ölmedi
Eğer başını alıp kaçıp giderse
Olur da bi’ gün beni terk ederse
Hangi dağda ölürüm bilmem? bilinmez
Gitsin bakalım, kolaysa öyle
Bekle dedi gitti ben beklemedim, o da gelmedi, ya
Ölüm gibi bi’ şey oldu ama ama ama, kimse ölmedi
Bekle dedi gitti ben beklemedim, o da gelmedi, ya
Ölüm gibi bi’ şey oldu ama ama ama, kimse ölmedi
Ah bebeğim, beni ne çok severdi
Ruh ikizim, canım derdi
E ne oldu şimdi, bu aşk böyle biter mi?
E dur bakalım, döner belki
Bekle dedi gitti ben beklemedim, o da gelmedi, ya
Ölüm gibi bi’ şey oldu ama ama ama, kimse ölmedi
Bekle dedi gitti ben beklemedim, o da gelmedi, ya
Ölüm gibi bi’ şey oldu ama ama ama, kimse ölmedi
Kimse ölmedi
Ölmedi, ooooh
Bekle dedi gitti ben beklemedim, o da gelmedi, ya
Ölüm gibi bi’ şey oldu ama ama ama, kimse ölmedi”
Otobüs şoförünün sesiyle irkildi yazar. “Hey, birader dediğin durak burası! Uyuma…”
Gözlerini açar yazar, otobüsün radyosunda Kaan Tangöze, “Bekle dedi gitti ben beklemedim, o da gelmedi, ya
Ölüm gibi bi’ şey oldu ama ama ama, kimse ölmedi
Aşk ateşi yanar yanar söner mi?
Gönül yarası bir gün geçer mi?…” diye mırıldanıyordu…
Otobüsten inip, yürüdü yazar. Yeni Marmara Gazetesinin kapısından içeriye girdiğinde, hangisi gerçek, ne yalan, nesi rüya, neresi kâbus, hangisi ben diye düşünüyordu…
Bir kitapta okumuştu, “Aşk hakkında konuşmakla ne konuşmuş oluruz?”… Okuduğu ilginç kitaplardan, ilginç kitap başlıklarından birisiydi bu. Birçok ilginç kitap okurdu aslında. Ancak bu kitap ve başlığı, birçok konuda felsefe yapabilmesine, edebiyat yazılarını çeşitlendirebilmesine yol açan uçsuz bucaksız ve üstelik karanlık olan bilgi dehlizini aydınlatan anahtar gibiydi.
Geldiği taşra kasabasında oldukça ünlü biri olan yazar, yeni ikameti olan bu büyükşehirdeki ilk günlerinde yine ve yeniden kendini aramaya koyulmuştu. Büyükşehri çevreleyen Uludağ’ının eteklerindeki yeni kiralık evinden çıkmış, çevreyi keşfe koyulmuştu.
Sabah. Sabahtan öte, sabahın körüydü. Büyükşehrin hengâmeli gürültüsü henüz başlamamıştı. Bu saatte işe gitmek zorunda olanları taşıyan otomobiller, minibüsler ve otobüslerin dışında kenti kaplayan sessizliği ve huzuru hissetmek için gözlerini yumdu. Derin, derin nefes alıp verdi. Birkaç gün önceki yağmurun hediyesi olan toprak, çiçek, ağaç ve böcek kokularını duyumsadı. Kuş cıvıltıları şehrin yeni uyanan uğultusunu bastırıyordu. Kuşları aradı gözleri. Parkın köşesinde birkaç kumru gördü. Sabah rızıkları için tatlı bir telaş içindeydiler. Geldiği kasabada kuş boldu, balkonunda beslediği serçeleri, güvercinleri, kumruları düşündü. Sonra onların boklarıyla renklendirdiği ve her akşamüstü yıkamak zorunda kaldığı ve alt komşusuyla dalaştığı balkonunun halini hatırladı. Balkon su kaçırıyordu, alt komşu haklı olarak feryat ediyordu. Ancak “Aşk hakkında konuşmakla ne konuşmuş oluruz?” sorusunun, canlı muhatabı sevgili eşiyle kuşları beslemekten, onlara yem ve su vermekten vazgeçemiyorlardı.
“Onları bize gönderen kim?” diye başlıyordu sözlerine sevgili eşi. Sonra da devam ediyordu, “Onlar bize rabbimizin hediyesi, bu apartmanda o kadar balkon varken, bu kasabada o kadar ev varken, bize geliyorlarsa, bir düşün!” … Hayvan sevgisine ilahi anlam yükleyince bir başka güzel oluyordu sevgili eşi. Sorun şuydu, Yazar, sadece kuşları kuş olduğu için sevip beslerken, ilahi aşkı kendi derininde gözlemlemeye çalışıyor, canlılarla yemi, suyu ve hayatı paylaşmanın ötesinde daha farklı anlam yüklemeyi reddediyordu. Eşi ise, kuşlara yem ve su vermeyi, daha tanrısal daha ilahi bir çizgide kabul ederek mutlu oluyordu. Su kaçıran balkonun hemen altında oturan komşu için ise bunların hiç birinin önemi yoktu.
Yazar, komşusuna her “Haklısınız, ancak temizlememiz gerekti, bir dahaki sefere daha çok dikkat ederiz” diye, klasik ortam yatıştırıcı cümleleri kaydettiğinde, aklına başka derin felsefik cümleler geliyor ve komşusu için anlamsız bir hüzne gark oluyordu. “Hiç şüphe yok ki eğer hayvanların bir dini olsaydı şeytanı insan suretinde hayal ederlerdi!”
Büyükşehirde kuşları görmek için dikkatli bakmak şarttı. Ortalarda pek görünmeyi sevmiyorlardı ancak sesleri sabahın kasvetini alıp götürüyordu. Geldiği taşra kasabasın ünlü yazarı, sokaklarda kedi ve köpek aramaya koyuldu. Yoklardı sanki… Az ileride siyah derisi beyaz beneklerle kuşatılmış bir kediyi, sokağın köşesinden dönerken gördü. Son üç kilometredir gördüğü ilk kediydi bu. Köpekler de yoktu. Geçtiği bir kasabın önünde, kasabın beslediği belli olan iri bir kangalın dışında sokak köpeği de görmemişti yazar. Oysa geldiği taşra kasabası hayvan cennetiydi.
Geldiği kasabayı düşündü. “Aşk hakkında konuşmakla ne konuşmuş oluruz?”… “Ya hayatının 40 yılının geçtiği kasabayı konuşmakla ne konuşmuş oluruz?” … Tarihini mi? Coğrafyasını mı? Tarihine ve coğrafyasına kimsenin eleştiri getirebileceğini sanmıyordu taşra kasabasının ünlü yazarı. Ancak, tarihine ve coğrafyasına sahip çıkacak bilince erişmemeye hep eleştirel bakmıştı. Ekonomik olarak, siyasetin egemenliğine geçmiş, istihdamın siyasi erkler lütfederse sağlandığı, sosyal yaşamı siyasete kurban edilmiş, beşeri ilişkileri dedikoduların belirlediği, samimiyetten uzak, sahte bir kentte, daha fazla barınamayacağını anladığı için, kalabalıklar arasındaki yalnızlığını, kimsenin bilmediği başka bir yerde yaşamak için kasabayı terk etmişti yazar.
Yaklaşık beş kilometredir yürüyordu yazar. Yokuşlar iniyor, yokuşlar çıkıyor, tanımadığı esnaflara “Günaydın”, “Hayırlı İşler” nidaları gönderiyor, her bir kilometrede denk geldiği kahvehanelerde, çay ocaklarında birer çay molası veriyor, her molada şaşkınlığı daha da artıyordu. Bu mahallenin kahvehanelerinde ve çay ocaklarında gazete yoktu. Bakkallarında ve marketlerinde de öyle. Kime sorsa, “Buralarda gazete, dergi satılmaz. Ana caddedeki büfelerde veya büyük marketlerde belki bulabilirsiniz” demişlerdi.
Geldiği taşra kasabasına göre çok daha muhafazakâr bir mahalleye taşındığının farkına varmıştı yazar. O her zaman karşılaştığı insanların coğrafi ve kültürel kökenlerine dikkat eder ancak etnik ve toplumsal köken konusunda hiçbir ön yargı beslemezdi. Hiç kimsenin yaşam tarzı, etnik, coğrafik kökeni umurunda olmazdı ama gazete ve dergi satılmaması da enteresan bir olguydu. Geldiği taşra kasabasının ünlü yazarı bir beş kilometre de tersi yönde yürüdü. Rutinini yaptı, kuş aradı, kedi aradı, köpek aradı, gazete aradı, dergi aradı, esnaflarla selamlaştı ve yürüdü. Sadece yürüdü.
Gazete, dergi satan tek bir dükkâna rastlamadı.
Büyük şehrin ünlü caddesine geldiğinde de şaşkınlığı gitmedi. Yaklaşık yedi kilometrelik kalabalık ve akışkan caddede, sadece iki büfede gazete satılıyordu. Oralarda da dergi bulunmuyordu. Hazır gelmişken, altı tane gazete satın aldı. Cumhuriyet, Sözcü, Karar, Birgün, Evrensel ve Sabah gazetelerini…
Eve otobüsle döndü yazar. Mahalle bakkalına uğrayıp ekmek, yoğurt almayı ihmal etmeden.
Kapıyı, kişisel tarihinin asırlık aşkı biricik karısı açtı. Önce, “Nerede kaldın, kaç saat oldu?” ince fırçası geldi, ardından da “Doğalgaz, Elektrik ve Su faturalı” kalın badana….
Geldiği taşra kasabasının ünlü yazarı, her fatura gördüğünde yaptığını yapıp, söylediklerini söyledi.
Faturalara göz atıp, koltuğa fırlatırken, “!!! !!! !!! !!! !!!”
“Burası geldiğimiz kasaba değil aşkım” dedi, kişisel tarihinin asırlık aşkı. “Burada küfür edemezsin!”
“Faturaların dini, dili, ırkı, cinsiyeti, siyasi görüşü, felsefesi ve memleketi yok aşkım” dedi yazar. “Bu ülkeyi yaşanmaz hale getirdiler. Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir halk bu kadar faturayı ödemiyor, yine dünyanın hiçbir yerinde insanlar sırf kira ve fatura ödemek adına çalışmıyor ve yaşamıyordur”
“Yine de küfür edemezsin, komşulara ayıp, apartmanda akrabalarımız da var. Onlara ayıp, üstelik küfür etmek günah” diye haykırdı karısı.
“!!! !!! !!! !!! …”
“Bak yine küfür ettin. Ben ne diyorum, sen ne yapıyorsun? Allah seni iflah etsin”
“Komşularına, akrabalarına da fatura gelmiyor mu ruhum?”
“Geliyor, tabii ki, sadece bize mi?!”
“İyi o zaman, söyle onlara onlarda küfür etsinler!”
“Tövbe, tövbe… Mübarek Cuma günü bari sus adam!”
“Küfür etmek günah değil ruhum. Küfrü hak etmek günah! Bu toplum bunu öğrendiğinde, ahlak yeniden o muhteşem günlerine dönecek, inan bana!”
Biricik aşkının yaptığı çaydan, fincanına doldurup, bir sigara yakıp, balkona çıktı yazar. Büyük bir iştahla gazeteleri açtı kahvaltı masasına. Ciddi konuları hep ikinci ve üçüncü çay ile dördüncü ve beşinci sigarasına bıraktığı için her zamanki gibi önce spor sayfalarını okumaya başladı.
“Muhteşem Kartal” başlığı dikkat çekti. “Kara Kartallar, UEFA Kupasının flaş takımı Başak şehri Muhteşem bir oyunla 4-1” yendi diyordu manşette. Keyfi yerine geldi taşra kasabasının ünlü ve Beşiktaşlı yazarının. Sonra hayıflandı yazar. Bu güzelim maçı nasıl oldu da unutup izlemediğine pişman oldu. Ama henüz anlamlandıramadığı bir şeyler vardı. Önce duraksadı yazar. Kısa bir şaşkınlık anının ardından, diğer gazetelerin spor sayfalarına da göz attı. Hepsinde de Beşiktaş galibiyeti manşetlerdeydi. Neler oluyordu öyle? Beşiktaş maçı Pazar akşamıydı. Bugün günlerden, sevgili eşinin de dediği gibi, Cuma’ydı. Mübarek Cuma! Gazetelerin birinci sayfalarını çevirdi. 12 Eylül 2022 Pazartesi yazıyordu. Takvime baktı, cep telefonunu yokladı, sevgili eşine seslendi, “Bugün günlerden ne?”
“Cumaaa!”
“Hayır, öyle değil, ayın tarihi ne?”
“9 Eylül Cumaa” dedi karısı.
Tuhaf olan, metafiziksel, gizemli, ürkütücü her şeyden tedirgin olan, tedirgin olmanın ötesinde çok korkan sevgili karısına bir şey söylemedi geldiği taşra kasabasının ünlü yazarı.
Şeytanın en sevdiği tip, borcu olan, çaresiz olan, geçim zorluğu çeken, ne yapacağını bilemeyen ve üstelik Goethe okuyup, kahramanı Faust’a hayran olan yazardır bahanesine sığındı yazar.
Gazete dergi ararken, koca mahallede şans oyunları oynanan bir yer de göremediğini idrak etti. Geldiği taşra kasabasındaki arkadaşını arayıp, iban numarasını istedi. “Bak, beni iyi dinle. Bir kâğıt kalem al eline söylediğim 10 maça, sana yatıracağım 150 lirayı bas. Hem ilk yarı, hem ikinci yarı, hem maç sonucu hem de goller olacak. Gözünün yağını yiyeyim, hata yapma. Hatta sen de para ayarla, 300 lira basalım bu maçlara. Pazartesi günü zengin olacağız” dedi.
Gazeteden okuduğu maç sonuçlarına göre, arkadaşına gereken skorları, golleri, sonuçları iletti. Gazetelerin iç sayfalarına da göz attı yazar. Pazar günü çekilen süper loto ve şans topu sonuçlarını da okudu. Arkadaşını yeniden arayıp, birer kolon süper loto ve şans topu oynamasını da istedi ve numaraları verdi yazar.
Yeni Goethe ve kahramanı Faust oydu artık.
Karısının hazırladığı güzelim kahvaltıyı bile gözü görmüyordu. Bir fincan çay daha alıp, bir sigara daha yaktı. “Neler oluyor, ne oldu de delirdin yine” diyen karısına, “Aşkı konuşmuş olmakla ne konuşmuş oluruz?” diye sordu yazar. Sonra da ekledi, “Ne olduğunu ben de bilmiyorum ama güzel olacağına inanıyorum, fazla ısrar etme, pazartesi günü açıklarım” diye…
Çayını yudumlayıp, sigarasını tüttürürken, gazetelerin ön sayfalarını açtı masaya. Ülkede 11 Eylül Pazar günü her yer karışmıştı. Sendikalar, sivil toplum örgütleri, gençler, öğrenciler, muhalif siyasi partiler ve halk isyan bayrağı açmıştı. Pazar sabahı gençlerin konser yasaklarına karşı fitillediği isyan bayrağı, gece yarısı benzine, doğalgaza, elektriğe yapılan yeni ve büyük zam dalgasıyla toplumsal histeriye dönmüştü. Tek adam rejimi, hükümet, içişleri bakanlığı, güvenlik güçleri teyakkuza geçmiş, isyanı orantısız güç kullanarak bastırmıştı. Bazı gazeteler, ölen ve yaralananlar için siyah başlıkla çıkmıştı. Ülkedeki isyan, erken ve baskın seçim ihtimalini güçlendirmiş, bir nevi toplumsal ve post modern darbe gerçekleşmişti. Eylemler tüm ülke genelinde artarak devam ediyordu.
Geldiği taşra kasabasının ünlü yazarı bu durumu pas geçemezdi. Bir fincan çay daha doldurup, bir sigara daha yakarak bilgisayarının başına oturdu. Yazıları bir zamanlar çıkardığı ancak batırdığı haftalık gazetesinin internet sitesinin yanı sıra, sosyal medya hesabında ve bazı yerel gazetelerin internet sitelerinde de çıkıyordu. Bugün günlerden Cuma’ydı, Mübarek Cuma! Toplumsal ve kanlı harekete uyarı niteliğinde, üst düzey aydın, sorumlu gazeteci ve yazar kimliğiyle uzun bir yazı döşenecekti. Türkiye’nin bütün aydınlarından, gazetecilerinden ve sosyal medya sitelerinden önce gelen tehlikeyi bilecek, sadece çağdaş Faust değil, Nostradamus gibi bir yazar olduğunu da kanıtlayacaktı.
Ülkedeki gençlik hareketlerinden; toplumsal direnişlerden, sendikal faaliyetlerden, emperyalizme karşı dik duruştan girdiği yazısını, ABD filosunu kıble belirleyip, vatanseverlere karşı direnişe geçen siyasal İslamcıların tarihi ile süsledi yazar. Yazdıkça yazıyordu, ülkenin, siyasi iradenin kışkırtmasıyla harcadığı enerjisini, kaybını ortaya koyuyor, buna karşın darbelerin ve ülkeyi bölmeye yönelik oyunların açtığı sonuçları bütün yürekliliğiyle masaya yatırıyordu. Kimlik, etnik ve mezhepsel siyasi tuzakların yerine, ekonomik, antiemperyalist ve sınıfsal mücadeleyi öne çıkarıyor, kof milliyetçiliğin de tuzak olduğunu vurguluyordu. “Türk siyasetini, üç temel faktör etrafında değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. Bu faktörlerden ilki, şüphe yok, “toplumsal olandır” Toplumdaki gerginliklerin, eğilimlerin, dalgaların belirleyiciliğine işaret eder. İkincisi devlet faktörüdür. Devlet-siyaset arası ilişkilere, buradaki aktörlerine, ilişkilerine, çatışmalarına, ittifaklarına, dengelerine ve bunların önemine gönderme yapar. Üçüncüsü dış dinamiklerdir. Uluslar arası alandaki dalgalar, oradan gelen girdiler, imkân ve meşruiyet sınırları çizerek, Türkiye gibi çevre ülkesi için her zaman belirleyici olmuştur” diye yazısına devam eden yazar, 11 Eylül ve 12 Eylül’e dikkat çeken yazısının finalinde, 11 Eylül ve 12 Eylül tarihlerinde herkesin duyarlı ve dikkatli olması gerektiğini yazar.
Uzun ama çok uzun yazısını yeniden gözden geçirdi yazar. Çok beğendi yazısını. Sosyal Medya hesabını düzenleyen genç gazeteci arkadaşı Feyzi’yi ve İnternet Sitesini düzenleyen Caner’i aradı. Bu yazı çok önemli, hemen paylaşın dedi.
Yazı kısa süre içinde paylaşılır. Geldiği taşra kasabasının ünlü yazarı, mutludur. Muhteşem yazısı beklediğinden de fazla ilgi görür.
10 Eylül Cumartesi gününü, sürekli demleyerek tazelediği çayı ve sigarası eşliğinde, sosyal medyadan ve sitesinden gelen yorumlara cevap vererek geçirir yazar. Yazısına sadece oku